 
► Nâzım Hikmet, siyasi kişiliği ile sanatçı kişiliği birbirinden ayrılamaz bir bütün teşkil eden, siyasi mücadelede açıkça taraf tutan, bu tarafı da "işçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesinin" safları olarak belirleyen, kendini komünist olarak değerlendiren bir sanatçıdır.
O sanat ve sanatçılık konusunda, açıkça sınıflara bölünmüş bir toplumda sınıflarüstü sanat olmayacağını, kendisini işçi sınıfından yana ve evet partili bir sanatçı olarak gördüğünü ortaya koyar.
Örneğin Tan gazetesinde 15.3.1937'de yayınlanan, "Halk Sanatkârı mı, devlet sanatkârı mı" başlıklı bir yazısında şunları söylemektedir:
"Sanat bir cemiyetin muayyen devirlerdeki bedii duygularının, zevklerinin, içtimaileşmiş bir ifadesidir. Sanatkâr bu duyguları yaşadığı cemiyetin içinden alır.
İlk cemiyetlerde sanatkâr doğrudan doğruya kitlenin hislerini ifade eder. Saz şairleri, halk şairleri gibi...
Derebeylik ve saltanat devirlerinde sanatkâr, kitleden ayrılır. Yüksek sınıfın, sarayın hizmetkârı olur... Divan şairleri gibi...
Demokrasilerde, muhtelif sınıfların sanatkârları vardır, burjuva sanatkârı, halk, proleter sanatkârı gibi. Fakat tekâmülün bu merhalesinde bir devlet sanatı olmadığı gibi, devlet sanatkârı da yoktur."
"Ve en güzel sanat eserine biçilen kıymet, realiteyi en kuvvetle veren, en yüksek ünvan da, devlet sanatkârı değil, halk sanatkârı ünvanı olmalıdır."
(Nâzım Hikmet, Yazılar 1, sayfa 219, 220)
"Devrimin Hizmetinde" başlıklı yazıda ise
"Ekim Devrimi'nin daha başlangıcında sanatlarını hiç tereddüt etmeden devrimin ve işçi sınıfının hizmetine veren sanatçıların benim için ayrı bir değeri vardır. Mayakovski ile Meyerhold bunlardandır. Bir sosyalist yazar olarak ben, Vsevolod Meyerhold gibi bir sanatçının üyesi olduğum partinin saflarında bulunmuş olmasıyla övünüyorum." (age, sayfa 247) demektedir.
Aynı yazıda sanatçı kişiliği ile partili siyasi kişiliği arasındaki bağı açıkça koyar:
"1925 yılında Türkiye'ye döndüm ve İstanbul'da sanayi bölgelerinden birinde ilk işçi tiyatrosunu kurdum. Partimin verdiği görev üzerine bu tiyatroda rejisörlük ve oyun yazarlığı yaparken, Meyerhold'un karşımızdaki seyirciyi etkilemede, onunla bağ kurmada yeni imkânlar açtığını hissediyordum." (age, sayfa 248)
Charles Dobzynski ile yaptığı "Sanat Anlayışı Üzerine Bir Konuşma"da (l958) şu görüşleri savunur:
"- Edebiyatta ulusul biçimler sorunu, önemli bir sorun. İlkin, her ülke için tarihsel olarak belirlenmiş ulusal biçimlerin varlığına inanıyorum. Bizde, Türkiye'de, her çağa, ulus ile, halk ile birlikte evrimlenen özel bir biçim karşılık düşer. Ama, çeşitli ulusların kültürleri arasında etki değişimleri olur ve her ulusal biçim içinde, bir ya da çeşitli başka ulusların, bir ya da birçok öğeleri bulunabilir; zaten ulusal kültüre bir evrensellik veren de budur.
Ben kendimi, sadece Türk kültürünün kalıtçılarından biri olarak değil, ama tüm insanlık kültürünün kalıtçılarından biri olarak görüyorum. Kültürden söz ettiğim zaman, sadece eski Yunan kültürünü ya da Rönesansı değil, ama Asya, Afrika, Amerika kültürlerini de düşünüyorum. Batılı bir insan olarak, Batı kültürünün kendi ülkemin kültürüne katkıda bulunmuş olmasından gurur duyuyorum; ama, tersine, ülkemin ve tüm Doğu kültürünün, Batıdaki dahil, tüm insanlığın ortak kalıtını zenginleştirmiş bulunmasından da gurur duyuyorum. Bana göre, bir insan, müzik bakımından, ancak Alman, Çin ya da Türk müziği karşısında aynı derecede duyarlı olursa, zengin demektir.
- Kültürlerin birbirlerinden aldıkları borçları yadsımak saçma olur. Lenin Ödülünün verilmesi sırasında, Doğunun insan ruhunun gelişmesi üzerindeki payını söz konusu ederken, Aragon'un anımsatmak istediği şey de buydu. Gene de öyle geliyor ki, hiç değilse edebiyat alanının, ve özellikle de şiir alanının bir bölümü, dilin ya da bazı düşünce biçimlerinin ulusal özellikleri üzerine yaslanmış olmaktan ötürü, güçlükle çevrilebilir bir durumda bulunuyor. Acaba burada da, her halkın başkasına mal edilemez ve özgül bir payı mı söz konusu?
Önemleri yadsınamaz birçok yazar ya da ozan, sadece kendilerini başka bir duyarlık sisteminin yasalarına göre dile getirdikleri ya da kendi dillerinin ulusal özlüğü ile ilgili bazı verileri kavrayamadığımız için, hatta en sadık çeviri aracılığıyla bile, bize 'yabancı' kalıyor.
- Tüm yazar ve sanatçılar için durum böyle değil. Duyarlığı salt ulusal olmayan sanatçılar her yerde bulunur. Eğer duyarlık sadece ulusal kaynaklarla sınırlı kalsaydı, yaratıcılar erkliklerinin bir bölümünü yitirirlerdi. Bakın, bir örnek vermek gerekirse, Mao Çe-tung'un şu yakınlarda yayımlanan şiirleri, eski Çin geleneği içinde yazılmışlardır. Gene de, klasik biçime ve çeviriye karşın, içerik herhangi bir 20. yüzyıl insanı için belirli bir değer taşır. Şiirlerinin yayımlanması üzerine ortaya çıkan yazınsal sorunlar karşısında, bu yöneticinin bu vesileyle takındığı tutum üzerine sevinmek gerektiğini de ekleyeyim. Sorunuza dönmek gerekirse, ancak kendi ülkelerinde, ya da ancak belli bazı yabancı ülkelerde anlaşılabilecek sıkı sıkıya ulusal ozanların varlığını yadsımıyorum. SSCB'de, birçok İtalyan ozanı, genç kuşaktan olanlar dahil, tanınır ve sevilir. Benim bildiğime göre, örneğin Mayakovski'nin sevildiği Fransa'da, durum böyle değil, Mayakovski'nin şiir biçimi çok zordur; gene de, onun duyarlığında, sınırları ve dil engellerini aşan evrensel bir şeyler var.
- Az önce, aynı zamanda ozan da olan siyasal bir yöneticinin, özel bir yazınsal sorun karşısındaki tutumundan söz ediyordunuz. Tersine, size göre, siyasal sorunlar karşısında ozanın tutumu ne olmalı? Onun da oynayacak bir rolü, yerine getirilecek bir görevi olduğunu düşünür müsünüz. Kısacası, haksız olarak 'bağlanma' ('engagement') adı verilen şeyin zorunluluğuna inanır mısınız?
- Biliyorsunuz, 1923'den beri Komünist Parti üyesiyim; övündüğüm tek şey bu. Bana öyle geliyor ki, devletler arasındaki ilişkilerde yansızlık siyasası yararlı ve etkili olabilir, ama yazarlarda olamaz. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek büyük yazar göstermek kuşkusuz güç olacaktır. Yansız olunduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olunamaz. Bana gelince, ben bile bile yan tutmayı yeğlerim.
- Bu ilke kabul edilince yaratıcının eylemi hangi yönde olmalı?
- Ben yazarların, en başta da komünist yazarların, yaşamın tanınmasının zorunlu kaynaklarından biri durumuna gelecek bir edebiyat yapmaları gerektiğine inanıyorum. Krupskaya'nın 'Lenin Üzerine Anılar'ında, Rus edebiyatının, Lenin için gerçekliği tanıma kaynaklarından biri olduğunu belirttiği bir tümcesini hep anımsarım. Halkım için, başka halklar için, en yenisinden en yüksek yöneticisine kadar partimin tüm üyeleri için, bu erdemi taşıyan şiirler, romanlar, tiyatro oyunları yazmak isterim. Ama, bunun için, doğru olmayı, öz sözle süssüz, belirsizlikten uzak yazmayı, sağ kulağını sol elle göstermeye kalkmamayı bilmek gerek. Bu sorun, her türlü öncü için, hatta gelecekte de kendini gösterecek sürekli bir sorundur.
- Günümüzde, yazar ve halk, ve daha açıkçası, siz SSCB ya da halk demokrasilerinde yaşadığınıza göre, yazar ile sosyalist toplum arasındaki ilişkilerin yol açtıkları sorunlar nelerdir?
- Yazarın, sosyalist toplumun kurulmasında, halka ve Partiye yardımcı olması gerektiği kanısındayım. Önemli olan, yazarın nasıl yardımda bulunabileceğini bilmektir. Her şeyden önce, yazarın yetenekli olması önemli; yoksa edebiyata bile hiçbir katkıda bulunamaz. Bazı yazarlar moda tarafından sürüklenir ve, gerçek bir başarı ile, kendini göstermek için bazen uzun bir süre isteyen, ama kalımlı bir başarı ile karıştırılmaması gereken, çabuk, ama geçici bir başarı da kazanırlar. Öte yandan, yazarın, kuruluş durumunda bulunan bir toplumda ortaya çıkan tüm sorunları, bu toplumun çelişkileri dahil, ele almaktan korkmaması gerektiğine de inanıyorum.
- Çevirisi 'Les Temps Modernes' tarafından yayımlanmış bulunan İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? yergi oyununuzda yaptığınız şey de bu, değil mi? Ama, belki siz de dahil, bazı yazarlar, çelişkileri çok olumsuz ya da çok kara bir ışıkla aydınlatmış, ve böylece toplumun gerçek gelişmesi ile çelişkiye düşmüş olmakla eleştirilmemişler midir?
- Komünist bir yazarın, sosyalist bir toplumda, bu toplumla uyuşmazlık içinde bulunması olanaksızdır. Ama bu yazar eğer başka bir toplumda çalışıyorsa durum hiç de böyle olmayacak, o zaman bambaşka güçlüklerle karşılaşacaktır.
Örneğin, eğer İvan İvanoviç'i, yarı-feodal yarı-kapitalist, bir ülke olan Türkiye'de, bir Türk kişisi olarak yaratsaydım, Petrov, Türk toplum koşulları içinde, İvan İvanoviç'in elleri arasında hep bir oyuncak olarak kalacağına göre taban tabana karşıt bir duruma varılırdı. O zaman hiçbir şey değişemezdi; oysa, tersine, sosyalist bir toplumda, İvan İvanoviç'in değişmekte olduğu ve daha da değişeceği daha şimdiden saptanabilir.
Kendi payıma, ben kesinlikle bir parti edebiyatından yanayım; ama bu, hiç de, Fransa ya da başka ülkelerde, komünist-olmayan yazarların yapıtlarına da hayran olmadığım anlamına gelmez.
- Parti edebiyatından ne anlıyorsunuz?
- Bu konuyu Lenin'in anladığı gibi düşünmeye çalışıyorum. İşte bu da çok güç; çünkü, tüm derin düşünceler gibi, Lenin'in düşüncesi de görünüşte çok yalın. Önce, yazar olarak, Parti üyesi olarak, Parti ile benim aramda kurulan bağ, hiç de edilgin değil, ama etkin bir bağ. Bir değişim var: Parti bana bir şeyler verir ve sıram gelince ben de ona bir şeyler vermeliyim.
Ben Partiye, Kongre tarafından onaylanmış bulunan tüzük ve programı ile bağlıyım. Bu belirli ilkeler dışında kimseden, buyruk almam. Kuşkusuz, Partinin belgilerinden, tüm belgilerinden, onları halka yaymak için, esinlenirim: ama onları gerçekten sanatsal bir düzeye yükseltmeye çalışarak.
Öte yandan, Partinin, halkımın ruhunu benim yapıtlarımdan öğrenip kavrayabileceği bir biçimde yazmaya çalışırım. 'Ozanlar geleceği önceden sezerler,' diyordu Engels. Eğer onlar geleceği önceden sezmeye yetenekli iseler, o zaman bugünün sorunlarını haydi haydi sezinleyebilirler. Parti tarafından önerilen genel konular ile ozanın duyduğu şey arasında çelişki olamaz.
- Gene de, böylece, düpedüz ozanın kendi esinlenmesi dışında kalan bazı konuları 'süsleme'ye, ya da daha iyici 'cilalama'ya varılmasından korkmuyor musunuz?
- Dikkat. 'Süslemeli' demiyorum: Sanat süsleme değildir. Gene de, gerektiği zaman, örneğin benden güncel bir sorundan esinlenmem ve onu halka yaymam istendiği zaman, bunu dürüstçe, yani içtenlikle yapmaya çalışırım. Yaşamımda, duruma uygun, örneğin somut bir grev olayı için şiirler ve şarkılar yazdım. Ama, öte yandan, bir destanda tüm bir tarih dönemini yansıtmaya da giriştim.
Tüm engellere, tüm güçlüklere karşın, sanat alanında da sputnikler bekleyebiliriz sanıyorum. Bugün bunun için tüm toplumsal koşullar var, ama daha ancak ilk denemeler evresinde bulunuyoruz.
Daha çok güçlüklerle karşılaşacak ve üstelerinden gelecek, daha çok başarısızlıklara uğrayacağız. Eğer perspektifler görülmezse, denemelerin bir sonuca ulaştırılması beklenemez." (Nâzım Hikmet, Konuşmalar, Yazılar 6, sayfa 131-135)
Ekber Babayef'le yaptığı bir konuşmada ise söylediklerini Babayef şöyle aktarıyor:
"Komünist oldum olalı güzel sanatlardan beklediğim, istediğim şey, halka hizmetleri, halkı güzel günlere çağırmalarıdır. Halkın acısına, öfkesine, umuduna, sevincine, hasretine tercüman olmalarıdır. Sanat telâkkimde değişmeyen şey işte budur. Geri yanı boyuna değişti, değişiyor, değişecek. Değişmeyeni en dokunaklı, en usta, en faydalı, en güzel, en mükemmel ifade edebilmek için durup dinlenmeden değiştim, değişeceğim."
(Nâzım Hikmet, "Türkülerimizden korkuyorlar", Türkiye Akadamekerler ve Sanatçılar Derneği, 1977, Batı Berlin, sayfa 99)
0 Onun sanatçı kişiliği ve siyasetçi kişiliği birbirinden ayrılamaz. Bunu şimdi burjuvazi yapmaya çalışıyor; onun komünist olma iddiasını "şair romantizmi"ne bağlayıp onun Türklüğünü ve şairliğini öne çıkararak onu sahiplenmeye çalışıyor.
Bu büyük bir sahtekârlıktır.
Bu sahtekârlığa en iyi cevabı Nâzım Hikmet zamanında vermiş, kendisini "vatan haini" ilan edenlerle arasına kesin sınırları çizmiştir. Bu sınırlar gerçekte sınıfsal sınırlardır. Nâzım Hikmet ezilenlerin, sömürülenlerin, işçilerin, emekçilerin sanatçısı ve siyasetçisidir. O "gidenin" değil, "gelmekte olanın" siyasetini, onun sanatını yapmaktadır.
"VATAN HAİNİ
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.'
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran
puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
'Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.'
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
28.7.962"
(Nâzım Hikmet, Şiirler 7, sayfa 148)
► Onun sanatçı kişiliği ve siyasetçi kişiliği evet birbirinden ayrılamaz fakat Nâzım Hikmet' in öne çıkan özelliği sanatçılığıdır. O sanatın sınıflı toplumda sınıflar üzeri olamayacağını kavradığı ve kendini komünist olarak tanımlamaya başladığı andan itibaren, sanatı sınıf mücadelesinin aracı olarak kullanmaya çalışan, sanatını sınıf mücadelesinin, sosyalizm-komünizm davasının hizmetine sunmak isteyen bir sanatçıdır. Kendisi komünizm davasına en fazla sanatıyla, herkeste olmayan sanatsal yetisiyle hizmet edebileceği inancındadır. Bu noktada haklıdır da. Genç yaşlarından itbaren "Partim" diye adlandırdığı TKP'den beklediği, onun kendisinden "yararlanması"dır. Onun siyasi önder olmak, partide yönetici olmak vb. bir hırsı yoktur; 1920'li yılların sonlarında aslında o dönemde adı var kendi yok TKP'yi canlandırmak amacıyla içinde yer aldığı TKP kurma girişimi, onun troçkist, dönek, burjuva uşağı vb. olarak adlandırılıp resmi TKP'den dışlanması ile sonuçlanmış; fakat bu gelişme bile onu genelde komünizm davasından özelde TKP'den koparmamıştır.
Moskova'da 1961'de yazdığı "Seni düşünüyorum" şiirinde TKP hakkında şunları söyler:
"SENİ DÜŞÜNÜYORUM
Türkiye Komünist Partisi,
T.K.P.'m benim,
seni düşünüyorum.
Sen dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın,
en büyük ustalığımız,
en ince hünerimizsin.
Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun.
Dünyada bir anılır şanlı soyun var:
sen küçük kardeşisin V.K.P. (B)'nin.
Sen bana bugün
mübarek alnındaki yara yerinle
ve işçi bileklerinde zincir izleriyle göründün,
yürüyorsun dimdik, pırıl pırıl.
Ömrümde yalnız seninle
ve senin safında olmakla övündüm. (...)" (
Nâzım Hikmet, Şiirler 6, sayfa 12)
"Otobiyografi" şiirinde TKP'den dışlandığı dönemle ilgili olarak şöyle der:
"Partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi."
(Nâzım Hikmet, Şiirler 7, sayfa 102)
Otobiyografi şiirinde bu sözcüklerle anlatılan, Nâzım Hikmet'in 1929 yılında kuruluşunda yer aldığı, evet kuruluşta başını çektiği muhalif TKP olayıdır. Çeşitli kaynaklardan verilen bilgiler bir araya toplandığında bu bağlamda ortaya çıkan resim şudur: (Bkz. Türkiye'de Sol Akımlar, Mete Tunçay, BDS Yayınları, 1992 İstanbul, cilt 2, sayfa 76-77; Emin Karaca "Sevdalınız Komünisttir", Gendaş Kültür, İstanbul 2001, sayfa 113-131)
TKP içinde başta Nâzım Hikmet olmak üzere çeşitli TKP'liler, Şefik Hüsnü'nün yönetiminden ve TKP'nin eylemsizliğinden rahatsızdırlar. Partinin Kongre yapmaması, MK üyelerinin seçimle değil, atama ile işbaşına getirilmesinden rahatsızdırlar.
Bu rahatsızlıklarını 1927 tevkifatından -ki bu tevkifat'ta Partinin Türkiye'de dayandığı iki önemli yöneticisi Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir açıkça kemalist burjuvazinin saflarına iltihak etmiştir- sonra daha açık ifade etmeye başlarlar. Türkiye'de bu dönemde şiirleriyle iyice ünlenen Nâzım Hikmet, bu muhalefetin bayrağı konumundadır. TKP'nin yönetimine muhalif olan kesim 1929'da -(tam tarihi hiçbir kaynakta yok... bahar ya da yaz aylarında yapıldığı var sayılıyor) İstanbul'da Pendik önlerindeki Pavli adasında bir toplantı yaparak TKP'nin kendileri olduğunu ilan ediyor, Nâzım Hikmet Genel Sekreterliğe seçiliyor. Bu grup Komintern Yönetimi ile doğrudan temas arayıp kendilerinin gerçek TKP olarak tanınmasını sağlamaya çalışıyor. Fakat bunda başarılı olmuyorlar. Bu dönemde Şefik Hüsnü, Komintern'de resmi TKP temsilcisi olarak tanınmaktadır. TKP adına bu dönemde Türkiye'ye gönderilen Hasan Ali Ediz, çıkardığı bir bildiriyle TKP merkez kanadının -ki bu kanat Komintern'in desteğine sahiptir- tavrını açıklıyor: TKP'nin muhalefet kanadı Komintern kararıyla TKP'den ihraç edilmiştir. 1930 yılı Temmuz / Ağustos'unda yayınlanan illegal TKP organı "İnkilap Yolu"nda Komintern'in bu konudaki açık mektubu yayınlanıyor. Ayrıca TKP MK adına üyelere yayınlanan bir açık mektupla, "Bu Hafiyeler Fırkası ile ve bunun başında bulunan Hamdi Şamilof, Ahmet Mussolini, Nâzım Hikmet gibi döneklerle ve bunların adamı sıfatıyla fırkaya sokulan Sarı Mustafa ile olan her nevi alakalarını kesmeye" (Bkz., Sevdalınız komünisttir, sayfa 118) çağrı yapılıyor.
Nâzım Hikmet grubu, buna rağmen kendini dağıtma çağrılarına uymuyor, "illegal matbaayı parti temsilcilerine devretme" çağrısına uymuyor ve özellikle legal alanda oldukça yoğun bir yayın faaliyeti yürütüyor. Bu faaliyette Nâzım'ın şiirleri çok önemli rol oynuyor.
1935'e gelindiğinde Komintern nezdinde resmi TKP olarak tanınma imkânının kalınmadığının pratikte ortaya çıktığı bir durumda, Nâzım Hikmet resmi Parti merkezinden olduğunu düşündüğü Hikmet Kıvılcımlı'yla yaptığı bir görüşmede -Hikmet Kıvılcımlı'nın tanıklığına göre- partiden atılmış olmasının haksızlık olduğunu, bu haksızlığın ortadan kaldırılması gerektiğini vb. savunuyor. Kendisinin liderlik vb. istemediğini, partinin şair olarak kendisinden yararlanması gerektiğini vb. savunuyor. (Bkz., Sevdalınız Komünisttir, sayfa 122-128)
Resmi TKP 1930-36 yılları arasında illegal yayın organlarında Nâzım Hikmet muhalefetini "Hafiyeler örgütü", Nâzım Hikmet'i "Kemalist burjuvaziye satılmış, polis uşağı, Türkiye amelesinin ve halk kitlelerinin düşmanı", "Troçkist" olarak nitelendiriyor. (Bkz., Sevdalınız Komünisttir, "Partisinden kovulan Komünist" bölümü, sayfa 135-149)
Daha sonraki gelişmeler bağlamında değişik "anı"larda, anı romanlarda vb. Komintern Yönetim Kurulu'nun (KEYK) 1936 sonunda aldığı bir "Dezentralizasyon" kararından sözedilir. Buna göre, TKP kendi içine kapanıklılık ve sekterlik konularında eleştirilir; ve esasta CHP içine girip çalışma ve antifaşist cephe siyasetini bu biçimde uygulama direktifi verilir. (Bu konuda şu ana kadar böyle bir kararı içeren resmi bir KEYK belgesi bulamadık. Ancak pratik faaliyet ve çeşitli eski TKP'lilerin anıları böyle bir kararın olabileceğini gösteriyor.) Uygulamadaki yansıma, TKP'nin illegal yayın faaliyetinin 1936 sonlarıyla 1943 arasında sonlanmasıdır. Buna bağlı olarak Nâzım Hikmet ve muhalif TKP hakkındaki kampanya da durur. Kampanyanın bir özeleştirisi vb. yoktur. İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde oluşan ortamda resmi TKP'nin devamı olan kadrolar da geçmişte hiç bir şey olmamış gibi Nâzım Hikmet'i sahiplenmeye başlarlar. Nâzım Hikmet de zaten 1935'den itibaren muhalif TKP'nin gerçek TKP olduğu idiasından vaz geçmiş, kendisinden bir şair olarak partinin yararlanmasını isteyen bir konumdadır. (Bu bağlamda, İbrahim Topçuoğlu'nun Mustafa Börklüce'nin verdiği bilgiye göre, Nâzım Hikmet "uzun süredir cezevinde kalması" nedeniyle, "Genel Sekreterlik görevini yapamaz duruma geldiğinden" 1.11.1946'da toplanan "Plenum", Nâzım Hikmet'in Hamdi Şamilof'la yaptığı bir görüşmedeki önerisi doğrultusunda, "Genel Sekreterliğe Mustafa Börklüce'yi seçmiştir." (İbrahim Topçuoğlu, Neden İki Sosyalist Parti, cilt 1, sayfa 172, Şubat 1976) Burada sözü edilen kuşkusuz "muhalif" TKP'dir; bu arada fakat resmi TKP 1936 sonlarında dezentralizasyona -muhalif TKP bunu "likidasyon" olarak adlandırmakta ve Komintern Yönetim Kurulu'nun, Şefik Hüsnü'nün sahtekârlıkları nedeniyle TKP'yi parti olarak tanımadığını ilan ettiği biçiminde yorumlamaktadır.- (Bkz. Neden İki Sosyalist Parti, cilt 1, sayfa 164,165) 1943'de de bilindiği gibi Komintern dağıtılmıştır. Bu durumda artık resmi TKP de yoktur. Eski TKP'nin iki kanadından komünist faaliyet yürütmeye çalışan kadrolar ve partiyi arayan bir sürü genç vardır.
İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde kısa bir süre "legal sosyalist parti" kurma imkânları zorlanır. Ve ortaya iki ayrı sosyalist parti çıkar. Burada her iki kanadın da hâlâ hapiste bulunan Nâzım Hikmet'i sahiplenmesi durumu vardır. Eski resmi TKP'nin devamı olan grup da, hiçbir şey olmamış gibi Nâzım Hikmet'i -en azından dışa karşı- sahiplenir görünür. Nâzım Hikmet'in "troçkist", "parti düşmanı", "işçi emekçi düşmanı" vb. olduğu suçlamaları yokmuş gibi davranılır. Yani resmilerle bir barışma söz konusudur.
1951'de Sovyetler Birliği'ne kaçış, Nâzım Hikmet'in resmi partiyle resmen de barışmayı resmileştirir.
"Partiden ayırmaya çalışma sökmemiştir."
► Bir sanatçı olarak Nâzım Hikmet şairliği yanında, roman yazmış, öyküler yazmış, tiyatro oyunları yazmış, film senaryoları yazmış, reji asistanlığı yapmış, sanat-edebiyat üzerine yazılar yazmış, gazetelerde yayınlanan köşe yazıları yazmış, bunun yanında resim yapmış; çeşitli el işleriyle uğraşmış çok yönlü bir sanatçıdır.
Fakat bütün bu sanat faaliyetleri içinde Nâzım Hikmet'i Nâzım Hikmet yapan kuşkusuz onun şairliğidir.
► 20. yüzyılda Türk dilinin en iyi şairidir.
Türkçe yazmasına rağmen, onun taraflı şiiri, onu sadece Türk ve Türkiyeli emekçilerin değil, bütün dünya emekçilerinin 20. yüzyılda yetiştirdiği en büyük şairlerinden biri konumuna getirmiştir.
► 20. yüzyılda Dünya Komünist Hareketi'nin sayılı şairlerinden biridir.
Dünya çapında onun karşılaştırılabileceği şairler -kendileri de Nâzım Hikmet gibi komünizm davası için çalışan Mayakovski, Pablo Neruda, Louis Aragon, Bertold Brecht ve Yannis Ritsos gibi sanatçılardır.
Bir sanatçı ve her şeyden önce şair olarak onun büyüklüğü tartışılmaz -genel kabul gören- bir olgudur.
Nâzım Hikmet, Yannis Ritsos'la birlikte katıldığı bir söyleşide şiirin (dolayısıyla kendi şiirinin de) işlevi konusunda şunları söyler:
"Tümümüyle aynı kanıda olduğum dostum Ritsos'un sözlerine candan katılırım. Sadece iki düşüncemi belirtmek istiyorum. İlki şu: çağdaş şiirin görevi, buğday tarlalarının ve sanayi kuruluşlarının görevlerinden pek az farklıdır. Şiir de onlar kadar önemlidir. Bir zamanlar eski Yunan'da ve benim eski zamanlar Türkiye'mde böyleydi bu. Fakat sonradan, başka toplumsal koşullarda, yaşamsal bir gerekliliğin zoruyla şiir, yapacak bir şeyi olmayan insanların oyuncağı oldu. Şimdiyse tarihsel gelişimin diyalektiğinin sonucu olarak şiir, yine başlangıçtaki rolüne dönüyor.
İkinci düşüncem şu: şiir sadece bir gereklilik değil, çağdaş toplumumuzun en devrimci ilkelerinden biri; insanı, onun ruhunu, ve sonunda insandaki temel değişimleri öğrenmenin en etkin bir aracıdır. İnsanlığın teknik gelişimi son on yıllarda gerçekten fantastik bir boyuta ulaştı. Hemen en yakınımızdaki gelecek on yıllarda, örneğin şu sigarayı altına çevirebilmemiz olanağını sağlayacak siklotronların ve diğer araçların buyruğumuz altında olabileceğini var sayabiliriz. Fakat yine de insan ruhunu değiştirmenin sigarayı altına çevirmekten çok daha güç ve karmaşık olduğuna inanıyorum ben. İşte Yannis Ritsos'un sözünü ettiği, şiirin bu kesinlikle belirlenemez yanı, akışkanlığıdır ki (fluidum) şiire insanı değiştirmede kesin bir biçimde yardım eden bir olgu olarak ortaya çıkar. Çünkü şiirin bu yanı, denebilirse bugünün insanının ruhunda henüz açıklanmamış, belirlenmemiş, istemdışı kalan yanlarına yanıt olur. Şair, doğallıkla, tüm başkaları gibi bir insandır. Fakat o, salt, gerçekliği somut biçimde aydınlatmak değil, geleceğin kokusunu duyumlamak olanağına da sahiptir. Bir zamanlar Engels, şairlerin geleceğin kokusunu duyumladıklarını söylemişti. Onların özellikle bu yeteneği insan ve toplum üzerinde etki yapabilir."
|